Sabah olmuştu. Güneş gizliyordu kendini benden. Doğsun istiyordum, göstersin kendini. İstediğinde gelmeyen, istemediğinde çoktan gelmiş olan sevgiliye benzetirdim onu. Saat beşi gösteriyordu. Günlerden pazardı. Normalde bu saatlerde derin uykumla baş başa olmam gerekirdi. Bedenim, kalbimle ve aklımla baş başa olmamı emredercesine uyandırmıştı beni sanki. Düşünmeliydim.
Yıllar sonra onu görecektim. Bir zamanlar adını bile duymak istemediğim kişiyi, şimdilerde delicesine görmek arzusuyla yanıp tutuşuyordum. Çok zor bir karardı bu. Acılarımı, göz yaşlarımı sineye çekmek, benim için oldukça zordu. Yıllar, insanın düşüncelerini değiştiriyor, acılarını hafifletiyordu. Göz yaşlarını dindiriyor, bazı anlar unutturuyordu bile. Sadece bazı anlar. Yüzünü gördüğüm an, tüm göz yaşlarımı hatırlayacağımı biliyordum. Acılarımı, bitirdiğim antidepresan ilaçlarımı, her şeyi...
Güneş kendini göstermeye başladığında, hala yatakta oturuyordum. ''Neden bu kadar erken kalktın?'' dedi. Kocamdı. Evet, ben evliydim. Yanımda bir adam yatıyordu ve benim aklımdan onunla yatarken bile o geçmiyordu. Sadece, bir kaç yıl önce hayatıma giren adam vardı aklımda. Bir tümör gibiydi, kötü huylu bir tümör. Her gün büyüyordu. Her gün, onu daha çok düşünüyordum. Bu tümör, beynimin ameliyat için çok riskli bir bölgesinde gibiydi. Ya onunla ölecektim, ya da onu aklımdan çıkarmaya çalışırken. Her iki ihtimal de aynı yola çıkıyordu.
İki yıl önceydi. Şuan kocam olan o adamla tanışmıştım. İyi niyetli, beni seven ve fedakar bir adamdı. Bir şirkette iyi bir işi vardı. Durumu çok iyiydi, her ne kadar bunu çok önemsemesem de, dikkatimi çekmişti. Sevmiştim onu o yıllar. Sevdiğimi sanmıştım. Çok değil, evlendikten 4 ay sonra anladım aklımın ve kalbimin kocamdan çok uzaklarda olduğunu. Ve sevdiğimi sanmak için kendimi, beynimi şartladığımı. Beynimi şartlamam çok kolay olmuştu, fakat sıra kalbime geldiğinde bunu başaramamıştım. Başaramayacağımı anladığımda da çok geç olmuştu artık. Çünkü yanımda her gece, o adam yatıyordu. Kocamdı.
Aslında kocamı seviyordum. Fakat bu aşk değildi, kesinlikle değildi. İyi anlaşıyorduk, beni mutlu etmeyi her zaman başarmıştı. Sürpriz akşam yemeklerine bayılırdı. En sevdiği italyan restoranından yer ayırtıp, akşam yemeği için oraya gelmesini söylediğimde havalara uçardı. Çok büyük bir şey değildi belki. Mutlu olurdu, onu mutlu etmek kolay bir şeydi. Neticede, beni seviyordu. Bu yüzden kolaydı.
''Uyku tutmadı hayatım,kahvaltıyı hazırlayıp seni uyandırırım.'' dedim. Klişe yalanlardan biriydi bu : Uyku tutmadı hayatım. O an, daha fazla yaratıcı olamamıştım. Hiç bir zaman daha fazla yaratıcı olamamıştım ben. Kocama yalan söylemezdim, yalan söylemeyi sevmezdim. Onu sevdiğimi söylediğimde de yalan söylemiyordum, onu seviyordum.
Kahvaltıyı hazırlamak için mutfağa gittim. Kahvaltılarımızın vazgeçilmezi mantarlı omleti yapacaktım bugün. Ama öncesinde, kahveleri hazırlamam gerekiyordu. Çay sevmiyorduk her ikimiz de. Kahve kahvaltı için daha iyi bir seçimdi. Kahveyi, filtre kahve makinasına koydum, daha sonra diğer yiyecekleri masaya özenle hazırladım. Kocamı uyandırmayacaktım, mantarlı omletin kokusuna uyanmayı her zaman severdi, kokusunu duydugunda gelip beni öpecekti, biliyordum.
Omlet hazırdı. Her zamanki gibi, şen şakrak haliyle kocaman bir günaydın öpücüğümü almıştım. Neşeli geçmeyen bir sabahımız dahi olmamıştı. Büyük bir şanstı, kocam büyük bir şanstı.
Suçlu hissediyordum kendimi. Normaldi, çünkü suçluydum. Böyle hissetmekten çok sıkılmıştım. Bu tümörü bugün aldıracaktım. Kalbimden, beynimden, ruhumdan..
Kocamı işe gitmek için evden çıktı ve hazırlanmaya başladım. Özenli değildim. Normalden daha az özenliydim bugün. Ve normalden çok daha fazla kararlı. Evden çıkmadan az önce, Köşedeki italyan restoranını arayıp her zamanki masamızı akşam için ayırttım.
Bugün, tümörümden arınacaktım. Bugün, hayatımın dönüm noktası olacaktı. Çektiğim acıları, göz yaşlarını ve içtiğim antidepresanları geri verecektim ona. Kararlıydım.
Suçluluk duygusu, duyduğum aşktan daha ağır basıyordu. Herkes, hak etmeyeni seviyordu. Benim onu, kocamın da beni sevmesi gibi. Çok garipti. Bu gariplikten ve beni yiyerek bitiren iğrençlikten kurtulmanın tam zamanıydı.
Dün gece kararlaştırdığımız restorantta ve kararlaştırdığımız saatte orda olmak için yola çıktım. Çok uzak değildi, yarım saat mesafesi vardı ve çok geçmeden restoranın önündeydim. Arabadan inmeden önce içeriye baktım. Cam kenarında oturuyordu. Düşünüyor gibiydi. Daha fazla zaman kaybetmenin anlamsız olduğuna karar verdim ve arabadan indim. İçeriye girmek ve artık buna bir son vermek için restorana yöneldim.
Devamı, Hayal Ürünü Vol. 4.1'de.
Gözde/İçimden Gelen Her Şey
28 Mart 2012 Çarşamba
21 Mart 2012 Çarşamba
Stefan Zweig- Satranç
Raslantı sonucu eline geçirdiği bir kitapla satrancın inceliklerini öğrenerek bu oyunu bir tutkuya dönüştüren ve giderek bu tutkusu yüzünden beyin hummasına yakalanan Dr.B.nin öyküsüdür görünüşte Satranç. Ama derinlerde bir veda mektubudur aslında.(Kaynak:Arka Kapak)
Bir gece. Sıradan bir geceydi. Yine salonun televizyona bakan üçlü koltuğunda uzandığım, bir elimde kahvem ve yanında en sevdiğim, çikolata kaplı bisküvilerimin bana eşlik ettiği bir geceydi. Ve aynı sıradanlıkla Okan'ı izliyordum.
Birden Okan, bu kitaptan söz etti. Bir yolcu vapurunda geçen çok güzel bir öykü oldugunu söyledi ve etkilendiğini de ekledi. Merak ettim, nasıl bir kitaptı? Okan sevdiğine göre gerçekten güzel bir kitap olmalıydı.
Çok değil, bir hafta sonra, kitabı satın aldım. Açıkçası bu kadar ince bir kitapla karşılaşacağımı bilmiyordum. Ve fiyatının bu kadar düşük olacağını da. Kitap 71 sayfa ve 7,5 TL. Şok etkisi kısacası.
Size de olur mu bilmem ama, bazen, kitabı okurken aklım başka yere gider, kendimi başka bir şey düşünürken bulurum. O sırada 1-2 paragraf okumuş olurum. Ve, o paragrafı tekrar okumadan geçtiğimde kitabın konusunu kaçırmamış olurum, yani olayları da kaçırmamış olurum. Laf olsun torba dolsun diye yazılmış paragraflardır onlar.
İşte bu kitabın bir özelliği, okudugunuz her paragraf ayrı bir önemde. Bir cümle atlarsanız, bir sonraki sayfada ne oldugunu anlamayabilirsiniz. ''Ne alaka şimdi? Bu olay nerden çıktı?'' Diye sorular sorabilirsiniz. İşte bu sorular ortraya çıktıgında, 1-2 sayfa geriden tekrar okumanız gerekiyor demektir.
Bu 71 sayfalık bir uzun öykü değil bence. Bu, benim tabirimle konsantre roman. 300 sayfalık bir roman okumuş gibi hissediyorsunuz kitabın son sayfalarına geldiğinizde. Hiçbir cümle boşuna kurulmamış.
Kısacası, şiddetle tavsiye ettiğim, harika bir konsantre roman.
Dipnot: Stefan Zweig'ın Yolculuklar Üzerine adlı kitabında sıra. Bittikten hemen sonra görüşlerimi paylaşacağım.
Gözde/İçimden Gelen Her Şey
Bir gece. Sıradan bir geceydi. Yine salonun televizyona bakan üçlü koltuğunda uzandığım, bir elimde kahvem ve yanında en sevdiğim, çikolata kaplı bisküvilerimin bana eşlik ettiği bir geceydi. Ve aynı sıradanlıkla Okan'ı izliyordum.
Birden Okan, bu kitaptan söz etti. Bir yolcu vapurunda geçen çok güzel bir öykü oldugunu söyledi ve etkilendiğini de ekledi. Merak ettim, nasıl bir kitaptı? Okan sevdiğine göre gerçekten güzel bir kitap olmalıydı.
Çok değil, bir hafta sonra, kitabı satın aldım. Açıkçası bu kadar ince bir kitapla karşılaşacağımı bilmiyordum. Ve fiyatının bu kadar düşük olacağını da. Kitap 71 sayfa ve 7,5 TL. Şok etkisi kısacası.
Size de olur mu bilmem ama, bazen, kitabı okurken aklım başka yere gider, kendimi başka bir şey düşünürken bulurum. O sırada 1-2 paragraf okumuş olurum. Ve, o paragrafı tekrar okumadan geçtiğimde kitabın konusunu kaçırmamış olurum, yani olayları da kaçırmamış olurum. Laf olsun torba dolsun diye yazılmış paragraflardır onlar.
İşte bu kitabın bir özelliği, okudugunuz her paragraf ayrı bir önemde. Bir cümle atlarsanız, bir sonraki sayfada ne oldugunu anlamayabilirsiniz. ''Ne alaka şimdi? Bu olay nerden çıktı?'' Diye sorular sorabilirsiniz. İşte bu sorular ortraya çıktıgında, 1-2 sayfa geriden tekrar okumanız gerekiyor demektir.
Bu 71 sayfalık bir uzun öykü değil bence. Bu, benim tabirimle konsantre roman. 300 sayfalık bir roman okumuş gibi hissediyorsunuz kitabın son sayfalarına geldiğinizde. Hiçbir cümle boşuna kurulmamış.
Kısacası, şiddetle tavsiye ettiğim, harika bir konsantre roman.
Dipnot: Stefan Zweig'ın Yolculuklar Üzerine adlı kitabında sıra. Bittikten hemen sonra görüşlerimi paylaşacağım.
Gözde/İçimden Gelen Her Şey
18 Mart 2012 Pazar
Tekbaşınalık
Bu, Benim. Ne fazlası, ne eksiği var. Tek ama huzurlu. Bazı zamanlar, tekbaşınalığımı bozabilir, rafa kaldırabılırım. Ama çok uzun sürmemeli. Sadece, bir süre için. Sonra dönerim tekbaşınalığıma, dönmem gerekir. Ben oraya aitim çünkü. Başka bir açıklaması olamaz. Başka bir gezegen gibi, bir sonsuzluk gibi tekbaşınalık.
Yalnızlık mı? Hayır. Kesinlikle hayır. Tekbaşınalığın bununla hiçbir ilgisi yok. Kirletmeyin onu. Yalnızlık kötümser, karamsar, hüzünlü. Tekbaşınalık farklı,çok farklı. O mutluluk demek, coşku demek, dans demek. Sadece, anlamak gerek. Huzurlu olusunun farkına varmak gerek.
Tekbaşınalığını sevmek, ona ihtiyaç duymak ve bunun, tekbaşınalığın ne demek oldugunu bilmek, bir ayrıcalıktır bence.
Beni anlamadığınıza nasıl da eminim, boşverin. Kolay değil, olmayacak da. Bu kadar yeter.
4 Mart 2012 Pazar
Hello Spring!
Sonunda Mart ayına girdik, fakat her zamanki gibi bahara girdiğimizi hissedemiyoruz. Bu senen, geçen seneden daha beter bir şekilde. Mart ayında kar yağdığını da gördük ya, hiç bir şey şaşırtamaz artık.
İlkbahar demek, serin rüzgar demek.Tepede güneş demek. Bazen yağmur demek. Yani ilkbahar demek, biraz yaz, biraz sonbahar demek.
Sabah uyanırsınız, Güneşe açarsınız gözünüzü,ki ben güneşe uyanmayı çok severim.Camı açarsınız,serin bir rüzgar eser yüzünüze. Fakat çok açık tutamazsınız camı, zira ürperir içiniz. Bunu da severim. Sıcakta üşümek ayrı bir keyif -dengesizlik .
Dışarı çıkarken üstünüze sadece tişört giyerseniz üşürsünüz, kazak giyerseniz terlersiniz.Bu yüzden tişört ve hırka giyersiniz. Her iki durumdada bir kurtarıcınız olur demektir bu.
Sandalet için erken, bot için geç bir mevsimdir bu. Güzelliği, spor ayakkabılarımızı rahatça giyebilmemiz sanırım.
Ne yaz kadar bunaltıcı,ne kış kadar dondururcu, ne sonbahar kadar ıslak. Biraz güneş, biraz rüzgar, arada yağmur. Keşke hep ilkbahar olsa dedirtircesine, harmanlanmış bir mevsim.
Gezmek için ideal bir mevsim bence. Üşürsen hırkanı giyersin ne olacak. Kuşlar cıvıl cıvıl. Yağmur çamur yok.- Yağmur bazen var ama en azından çamur yok!. Hava geç kararmaya çoktan başladı bile. Şimdi düşündüm de,bir an önce gelsin şu ilkbahar!
Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır.
Çok doğru. Mart ayı, kış kalıntılarından kurtulma mevsimi olduğu için, hiç sevmem bu ayı. Mart ayı benim için bekleyiş demek, Nisan ayını bekleyiş.Bir katlanış. Ne yazık ki, Mart ayı en az kış kadar dengesiz.- Şimdiki kış.
Mont giymeyi seven varsa, evet güzel. Fakat ben sevmiyorum arkadaş! Bu yüzden de mart ayını sevmiyorum. Nokta.
Gözde /İçimden Gelen Her Şey
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)